Category Archives: Gazete Duvar Yazıları

Bir aforizma seç!

Geçiciye mi söylüyorsun aforizmanı kalıcıya mı? Her ikisi/biri hakkında mı?

Hedefi olmayan yolları, yolu olmayan hedefleri severim.
Georg Simmel

İtirazım kolayca tanımlanmaya, önerim hemen teşhis koyulanın dışına çıkmaya davet. Bana bir yol aforizması söyleyin size kim olduğunuzu söylemeyeyim, çünkü bilmiyorum. Söyleyeyim deseydim maksadımı aştığım oranda saçmalayabilirdim.

Criminal Law filminde genç avukat yaşlı bilge hukukçuyla konuşurken ikide bir ‘ama’lı cümle kurmuştu. Yeri geldiğinde fırsatı kaçırmamış, bir söylem türü olarak her açıklamanın arasına bir hukukçu aforizması serpiştirmişti –onu hatırladım. Cevdet Paşa’nın diliyle örneklendireyim: “Berat-ı zimmet esasdır.” (Kişi suçu ispat edilinceye kadar suçsuzdur.) “Mevrid-i nasda içtihada mesağ yokdur.” (Açık hüküm varsa içtihat yapılmaz.) “Ezmanın tegayyürü ile ahkâm da tegayyür eyler.” (Zaman/şartlar değiştiğinde hükümler de değişir, hükümler değişimi takip eder.)

Filmin hukuk adamına göre bütün bu aforizmalar, “Özlü sözler, insan beyninin ürettiği en öldürücü silahlardır.”

OLMAZSA OLMAZ MI?

Onlar olmadan, aforizmalar, özlü sözler, metaforlar… Olmadan, bunlardan medet ummadan edemez insan. Toplum birey için bir nevi yoldan şaşma, yolu bulma macerasıdır. Bir yolculukta olduğunun farkında olan, yol bulmaya çalışan, yoldan çıktıkça depresif olan, sonra yeniden arayan insan kılavuz da ister. Hedefi veya hedefleri vardır. Yolunda/yollarında gidiyordur, yürümüştür, ulaşmıştır, ama her ulaşmanın anlamsızlaşma olduğuna da takılmıştır. Hem kılavuzların karga tabiatları da vardır, ulaştığında ölmüş de olabilir. Çelişkidir bu, aşılamaz -gerekmez de. Hedefsizlikle ve ‘yol’suzlukla ilzam edilmeyi göze alarak, çelişkiyi çözmekten, onu aşmaktan vazgeçmek mümkün.

DIŞARI ÇIK

Hedef-yol repertuvarının dışına da çıkılabilir. Yollarına gül döktüğümüz hedeflerimiz kadar hedefini bulmayan oklarımızı, bir yere çıkmayan yollarımızı da sevebiliriz. Niye olmasın! Nedir ki bizden geriye kalan?

Kalan sevmek olsun. Bu dünya bir Solaris çünkü, yeni keşfedilen gezegenlere umut bağlamanın alemi yok. (Yine kelime oyunu yapmadan duramadım. Âlem: evren. Alem: işaret.) Stanislav Lem anlatmıştı romanında. Tarkovsky’den sonra Amerikalılar da çekti -gözümüz oyuncularda kaldı. “Muhayyel” seyyare ile orası-burası uzamı-zamanı. Duygu-düşünce dünyamızda yolculuklar.
Bilimle iştigal eden bilir. Bir kalabalığa hitap eder. Bulunduğu veya göründüğü yerden muhataplarında/talebelerinde yolculuk yapar -duygu ve düşünce dünyalarında. Korku, ümit, ilgi, endişe, merak, beklenti… uyandırır. Hitap ettikleri de onun dünyasında yapar benzer yolculuğu. Sürçmeler olur, her yolun yanılgısı vardır çünkü. Hele muhatabımızda olandan fazlasını bekliyorsak. Yolculukların yapıldığı bir gezegen var. Adı, metafor olarak, Solaris. Gezegen bizim mi, dışımızda mı? Bilmiyoruz. Saf bilgi var mı, varsa hangi türü için ve ne için? Bilmiyoruz. Nabokov’un dediği gibi “gerçek”, tırnağa alınmazsa olmayan bir kelime mi, ondan da emin değiliz.

İNANMAK

Aziz Augustinus “Anlayabilmek için inanıyorum” diyor. Tanpınar, “Ben Evliya Çelebi’yi inanmak için okurum” diyor. Tek ihtiyacımız inanmak. Yolculuklar yapıyor, yaptırıyoruz. Korku ile ümit arasında yolculuk yapan biziz. Sonsuz yolculuk. Safiye Erol “Dünya serapları bizi efsunla kendine çektiği zamanlar, pınar başına dönüş yolunu kaybedecek kadar uzak gitmeliyim” demişti. Solaris’imiz, çelişik duygularla çıktığımız umuda yolculukta bir son menzil de değil belki. Tek yolculu yolculuklara, akıbeti belli hedeflere ikaz pınarı. Çabuk kaybol!
Diyelim Foucault’nun… Ezoterik sarkacına da aşinayız yaptığı yolculuğun seçme yazılarına da. Ama “Aşina olunan bilinmez” (Hegel). Ama’sız yapamayız. Bu gezegende yaşayanların ilgi ve merak uyandıran, düşündüren yolculukları vardır, eserleri de.

Foucault’nun hem bir “sınır deneyim” olarak yaşadığı cinsel tecrübeyle, hem de yine bir sınır deneyim olarak gördüğünden, heyecanla iki defa yaşamaya gittiği İran’da akıbeti belli devrim yolculuklarına çıktığı da aklımızda kalsın. Bu Yolculukları değerlendiren, onun “Hayatını ve düşüncesini yönlendiren ahlak ölüme yönelik miydi?” diye soran Mark Lilla’ydı. İngilizcede olmayan bir kelime önermişti, Grekçe hubris: İnsanın mahvına sebep olan, insanı felakete sürükleyen aşırı özgüven, kibir. Lilla’nın, “Foucault’nun İçsel yolculuğunu takip etmeyi seçebilir ya da kendi içinizde bir yolculuğa çıkmaya başlayabilirsiniz,” demesi ondan. ‘Bu tip egzersizlerin, içinde yaşadığımız ve diğer herkesle paylaştığımız politik dünyaya ilişkin herhangi bir şeyi açığa çıkarabileceğini (yol/hedef repertuarının bir son halkası olduğunu) düşünmek hem tehlikeli hem de dünyanın/Solaris’imizin tamamen farklı bir öz disiplin biçimini gerekli kıldığını anlamak’ zaruri görünüyor.

AYIRMALIYIM

Evet, ayırmalıyım iki yolculuğu. Geçiciye mi söylüyorsun aforizmanı kalıcıya mı? Her ikisi/biri hakkında mı? “İnsan, iyilik ve aşk adına, ölümün düşüncelerine egemen olmasına izin vermemelidir” mi diyorsun? (Thomas Mann, Büyülü Dağ, II, çev. İris Kantemir, Can, 2002, 191. Bu çevirmenin Kantemiroğullarıyla, Dimitri Kantemir’le bir bağı var mı merak etmişimdir.)
Ama ben “Ölümlülük her şeye anlam katar veya ne varsa siler. Nasıl yaşandığına bağlı bu?” Diyorsam peki? (Saffet Murat Tura, Şeyh ve Arzu, “Doğmak ve Ölmek”ten, Metis, 2002.) O halde yine soruyorum. ‘Nasıl yaşıyorsun, söyle, çünkü ayırım yapacağım!’ Kestimesi: Distinguo ergo sum. Ayırım yapıyorum öyleyse varım.
Hedef isteyen çıkarsa buydu hedefim. Olmasın istemiştim. Bilmediğim yola davet ediyordum, güya.

Değiştirilemeyen hayat yaşanmaya değmez

Merakla başlar tarih, her şey gibi. Geçmişin merak edilmesi kadar doğal bir şey de yoktur. Mesele merak etmenin nasıl öğreni/ti/leçeğidir.

Küçük şeyler hastalara şifa, her derde devadır. Misali de meseli de tarih olsun -estetize edilmiş bir tarih.

cirsles-7

Dersimi “Küçük Şeyler” kafede hayalî kişilere anlatıyorum. Hayalî “Duvar” kafe olsa orada da gerçek kişilere anlatırdım. 20’lerde Paris’te Hemingway’in takıldığı kafe Closeire des Lilas da olabilirdi aslında. Ford Madox Ford’un üstadın yanına gelip canını sıktığı bir gün mesela: Paris Bir Şenliktir. Bu şenlikli “Leylak Bahçesi” kafeye yüzyıl başında Yahya Kemal takılırdı; ortalarında Tanpınar -madem hocam gidermiş ben de uğrayayım demiştir. Bugün de yerinde, niyeti olan atlayıp gitsin. Yok ben Viyana’ya gideceğim abi diyen varsa 30’larda Canetti’nin takıldığı Café Museum ne güne duruyor, yerinde duruyor: Gözlerin Oyunu. Ama koluna Zweig’in Dünün Dünyası‘nı takıp gitsin, takılacaksa adam gibi taksın. Bana bakmayın ben Ankara’dan ahkâm keseceğim -küçük bir yerden.

Tarih. Yazıyla başladığı önermesi yazıyı, yazılı tarihi kutsallaştırma biçimidir. Bütün biçimler/formlar gibi muhtevayı tayin ettiği için tehlikelidir. Zihnî deformasyona sebep olur. Hasta eder.

Tarihin çok az kısmı yazılıdır. O önermeye; “tarih yazı ile başlar”a, ‘asıl içinden çıkılması zor kısmı yazılı tarihtir çünkü hayal etmenizi engeller’ açıklaması ilave edilse idi bir anlamı olabilirdi.

Dünyanın zuhur etme tarihi vardır, dünyayla birlikte veya ayrı ayrı diğer gezegenlerin de. Bizim ölçülerimizle dip tarihleri ne zamana gidiyor? Ölçüler tartışılsa da bu da tarihin konusudur. Önce söz vardı denir ama ondan önce taş, toprak, bitki, hayvan, insan vardı. Söz ardından geldi -insanın ettiği söz. İnsan konuşmaya başladığında, buna ihtiyaç duyduğunda, başka türlü ifade edemediğinde sözler etti/verdi. Hiç konuşmasa daha iyiydi mi desek?

Merakla başlar tarih, her şey gibi. Geçmişin merak edilmesi kadar doğal bir şey de yoktur. Mesele merak etmenin nasıl öğreni/ti/leçeğidir: Ian Leslie, Merak.

kitap-5-216x300-1-216x300Mitrofan’ın Ay Serüveni kitabındaki hikâyelerin yazarı Bulgarin 1789’da Minsk’in bir köyünde doğmuş. Petersburg’un yetiştirdiği yazarlardan. Haşarı, huysuz ama renkli bir adam. Ne yazsa sevmiş kitle, romanları ve hikâyeleri kısa zamanda popüler olmuş.

1826’da Osmanlıların Yeniçeri Ocağını topa tuttuğunu duyunca bir hikâye yazmış: “Yeniçeriler ya da İç Savaş Kurbanları”. Henüz otuzlarında. Türklerin, yaptığı işleri delice bulduğu için “Deli”; Rusların, yaptığı işler onlara inanılmaz geldiği için “Büyük” dediği Petro’yu biliyor tabii. 1698’de strelitzleri imha ettiğini de elbette. (Niye bu imla ile yerleştiyse? Yazılışı стрелйц, e bu da strelits okunur!) Strelitsler çarın yeniçerileri idi. Bulgarin’in ziyadesiyle vakıf olduğu bir mevzu yani. Ben de biliyorum. Derste İlber Ortaylı anlatmıştı. II. Mahmud’un reformları ile Petro’nunkileri karşılaştırır sınavda da bunu sorardı. Kağıtlara şöyle bir baktığı için geçmiş olmalıyım -bu tip hocaların vakti kıymetlidir.

Küçük Şeyler’e akşam indi…

Bulgarin o hengamede bir yeniçeri tasavvur ediyor; adı Hasan, “saçlarını savaşlarda ağartmış seçkin ortadan [bölük] bir asker.” Bir kızı var ve tek derdi onun canını kurtarmak. Düne kadar güvendiği, inandığı, canını ve malını emanet edebildiği bütün dostları yüz çeviriyor. Ona sadece “Yeniçeri misin, Müslüman mı?” diye soruyorlar. O geçmişiyle var olmuş bir adam; inkar edemem diyor, ben Müslüman bir yeniçeriyim!

Okur olarak inanıyoruz Hasan’a, Hasan’ı satanlara. Hepsini tanıyoruz, “insan”lığımızı biliyoruz çünkü. Tarihin tam da bu olduğuna “Ömer’in Öğretisi” adlı diğer gerçekçi hikâyesinde de inandırıyor erken ütopik hikâyelerinde de üstelik. “Bütün bu öyküler ve güven vermeyen tarih,” diyor, “insanların sadece yazılı olanları görmelerinden kaynaklanmaktadır.”

Downton Abbey dizisinde Osmanlı elçisinin oğlu Kemal Pamuk vardı: Dramatik şekilde ölüveren yakışıklı delikanlı. Ne gürültü kopmuştu gerçek mi, Tevfik Paşa’nın böyle bir oğlu var mı ki diye. Evet, adı o olmasa da var demişti senaryoya ruh veren yazar. ‘Hikayenin kaynağı malikanesi olan bir arkadaşımdı –bir gün büyük halasının günlüğünü bulan o arkadaşım anlatmıştı bana, dizide geçen olay da 1890’larda olmuş’ demişti. Demese ne yazacaksa! Bir dinle, hatta seyret. Okur-yazar olmak hikâyenin tadını nasıl da kaçırıyor.

Ders bitti. Şimdi izninizle Bayram’ın nefis kahveleri arasından bir espresso seçeyim. Umarım eski talebelerim, dersin adı aynı olsa da her sene başka küçük şeyler anlattığımı hatırlıyorlardır. Not almalarından hoşlanmadığım da akıllarına geliyordur. Söze inanırım, yazıya değil; vaatler sözle bozulur, kağıtla değil. Kitapları ise beni kandırsınlar, ikna etsinler diye okurum.

“Söz ola kese savaşı.”

Not: Bu yazının başlığını Downton Abbey’deki bir replikten aldım.

Aynaya tut yüzünü

Hangi örnekten söz edersek edelim anlam sürekliliği bakımından doğu ve batı soyluluk biçimlerinin hiçbirine benzemeyen yegane model “Ali’nin Ailesi” veya “Ehl-i Beyt”tir. Bernheimer’in görüp anlattığı da bu.

turan

Haydar Berk ne yapıyor acaba -birden aklıma geliverdi.

İçinden geçince arayacaksın veya gidip göreceksin. Gittim Cassis kafeye. Dükkanı açınca gelen ve oraya hemen alışan kediye sıcacık bir isim verdiklerini öğrenmiştim: Haydar Berk. Kahvemi içerken gelip kucağıma oturmuş, beni mutlu etmişti. Nerede, göremiyorum dedim. Birkaç gündür gelmiyormuş. Bir de birlikte üzüldük.

Berk’i bilmiyorum ama Şeyh Haydar Ali’ye bağlıydı. Derûnumu delen “Aynayı tuttum yüzüme Ali göründü gözüme” deyişindeki Ali’ye. “Nazar kıldım ben özüme Ali göründü gözüme.” Merdivenköy Bektaşi tekkesinin son postnişini Mehmet Ali Hilmi Dede Baba’nın bir nefesinden bu mısralar.

Orada yazasım gelmedi Ali’nin Ailesi’ni, Haydar yoksa Ali var dedim. Hem kafede değişiklikler de yapmış, gidip görmeye vesile olsun. Bir de Haydar Ergülen alırım giderken yanıma -Haydar deyince önce o Kalenderî derviş gelir aklıma.

turan2-1024x768

Bernheimer beni ikna etmiş bulunuyor. Ali’nin ailesi bütün Müslümanlar arasında tek soylu aile. Hz. Muhammed, amcasının oğlu Ali ile kızı Fatıma’yı evlendirmiş, karı kocanın Hasan ve Hüseyin adında iki çocukları olmuştu. Tek soylu aile işte onların soyundan yürüyenlerdir -Ali’nin diğer evliliğinden olanlar soyluluğa dahil değil. Sünnî geleneğin camilerinde ana kubbe içinde en üste asılan peygamberin ve dört halifenin adlarıyla birlikte Ali-Fatıma çiftinden olan iki torununun adlarının zikredilmesinin hikmeti de budur. Alevi geleneğin siyasal hakkı gasp edilmiş asil aileye mensubiyet inancı böylece anlaşılmış oluyor. Sünni gelenek ise politik otoritenin gölgesinde bir çeşit keyif sürüyor, o aileye (“Ehl-i Beyt”e) çok daha yakın ve manevi olarak zaten ona dahil olduğunu vurgulamayı hiç ihmal etmeksizin.

Siyasal/sosyal psikolojide bu iki inanma biçiminin tezahürleri çatışmaktadır. Çünkü bir taraf mensubiyet imtiyazını mağdur kompleksiyle, diğer taraf gücü sadece aza olarak elinde tutma çelişkisini (mensup olanın hakkına tecavüz) hakimiyet kompleksiyle aşmaya mahkum.

Osmanlı ailesindeki geleneğe benzer diyelim: hanedan mensubu ve azası diye kesin bir ayırım vardır. Padişahın çocuk sahibi olduğu karısı mesela, valide sultan olarak mensup o makamdan düştüğünde azadır. Hanedan mensupları yurt dışına sürgün edilmiştir. 1918’de ölen II. Abdülhamid’in ahfadı da bunlar arasındadır. Ama hayattaki eşi Müşfika Kadınefendi aza statüsünde olduğundan sürgüne tabi tutulmamıştır. Padişah/şehzade çocukları mensuptur, gelin/damat da mensup sayılır ama boşadıkları anda o kişiler artık herhangi biridir. Anne ve baba hanedan mensubu ise çocukları için çözüm yoktur. Nitekim II. Abdülmecid’in oğlu Ömer Faruk Efendi ile Vahideddin’in kızı Sabiha Sultan’dan olan çocuklar ve onların çocukları mensup olarak devam etmiştir. Bu bir tam soyluluk örneğidir.

Lakin hangi örnekten söz edersek edelim anlam sürekliliği bakımından doğu ve batı soyluluk biçimlerinin hiçbirine benzemeyen yegane model “Ali’nin Ailesi” veya “Ehl-i Beyt”tir. Bernheimer’in görüp anlattığı da bu.

Mevzuun tarihsel boyutu, çarpıcı olayların analizi ile birlikte Farhad Daftary’den (Ferhad Defterî) okunmalı. Şii İslam Tarihi‘nin çevirisinde çok sayıda redaksiyon problemi var maalesef. Fakat bu haliyle dahi istifade edilebiliyor.

Haydar Ergülen muhtelif kitaplarında Eskişehir’in Odunpazarı’nda bir Alevi aile içinde geçen çocukluğunu çok tatlı anlatır. Dağınık yerlerdekiler bir araya toplansa iyi olur aslında. O vakte dek salık vereceğim kitabı Düz Yazı: 100 Yazı.

Anlattığım konuya özel ilgi duyuyor olsam bu üç kitabı önüme koyar başlardım okumaya -şu yazıyı yazarken de zihnimden geçen buydu. Sünni olduğunun farkında olmayan bir Sünni olarak (bu da bir kompleks tezahürü olabilir sonuçta) ahkâm kesmiş olabilirim.

p.s. Ali dükkanı yenilemeye devam ediyor, sınavlar dönemiyle beraber müşteri sayısı artmış, ayakano kahvesini daha çok sevmeye başladım. Ders çalışılacak kafeler için Ankara bebeleri şu adrese de bakabilir: http://www.lavarla.com

Peugeot 504’ün gözleri

Bu kitap her şeyiyle estetik. Arvas’ın dili zarif, yetkin ve kunt. “Doğan Görünümlü Şahin”i ya da “Jaguar”ı; “Oto Hırsızı Engin”i veya “Oto-erotizm”i, “Susurluk Kamyonu”nu… öğrenirken her birinin ayrı tadına varabilirim.

doris

“(…) -pardon! farları” diyor Tolga Arvas, o gözleri Tiffany’de Kahvaltı filmindeki Audrey Hepburn’ün gözlüklerine benzetiyor -farlar Peugeot 504’ün.

tolga-300x296-300x296Ben bu kafeyi Doris Day’in gözlerine benzettim, adı Cassis -likör olsa Creme de Cassis olurmuş, kara frenküzümünden yapılanı yani. Sahi, aklıma geldi! Şu yeni çıkan likör kitabı da ne güzel hazırlanmıştı…

Güvenlik caddesinin Meclis tarafı bakirdi. Benim için kayda değer iki yer; Cat Hospital’la Ankara’nın ilk Liva pastanesi buradadır, gerisi şöyle böyle. Kuveyt’e yaklaştıkça başka hoş mekanlar da bu yıl açıldı. (“Küveyt” aslında, kefle yazılır çünkü, maalesef önce u transliterasyonu ile yanlış yazılmış ve o telaffuz yerleşip kalmış. Eski adamlardan görürseniz onlardır doğru söyleyen.)

Biri Alman dili diğeri gastronomi okumuş iki kız arkadaş açmış Cassis’i. Tezgahları çok tatlı. İnce zevklerinin zayi olmayacağı müşteriye muhtaçlar. Yakında küçük bir de kitaplıkları olacak. (Komisyon almadım ha, fesatlık olmasın!) Aya kafenin Ali’si ile arkadaşlar. Ali’nin Amerika’da elektrik-elektronik, kafesini emanet edecek kadar sevdiği Merve’nin Hacettepe’de sanat tarihi okuduğunu biliyorum, başarıyla mezun olmuşlar. Sarsıcı değişimler, değil mi! Çıkarsa buralardan bir şeyler çıkar.

Şimdi böyle kafelerimiz var artık. Genç, donanımlı işletmecileri olan -ama istisnalar dışında müşteriler onlara ayak uyduramıyor henüz. Meltem Gürle’nin Kırmızı Kazak yazılarında anlattığı yirmi yıl öncesi kahve/kafelerinin tersine bir durum bu.

Cassis’de tanıştığım gencin annesi geldi bir adamla. Akıcı bir İngilizceyle konuştu onunla. Amerikalıymış ve annesinin ikinci kocasıymış, iki de kardeşi varmış bu evlilikten.

Değişim hemen dikkatimi çeker. Her şey değil ama.

Son birkaç yılda çok tatlı kafeler açıldı, seçebiliyorum onları. Sorbonne sosyoloji doktoralı Heretik Levent’e söyleyeyim de yeni vaziyeti tahkike müteallik bir alan çalışması yaptırsın. A dur bi dakika! Ağaçkakan Metin bunu daha iyi yapar, hayat postdoc’u var onun -aklıma gelen mevzuu elyak arkadaşlarıma havale eder sonra da bir kafeye gidip kitap okurum böyle işte.

Arabalara ilgim yok. Sadece estetik bulduklarım kalır aklımda. Tolga Arvas’ın estetik algısı benden yüksek, ama araba kullanmayı bilmiyormuş, öyle diyor. Hatta otomobilli hayata da karşıymış. Fakat onların hikâyelerini merak etmiş. Otomobillerin otobiyografisini yazarken oradan kendi hayat hikâyesinin de çıkacağı geldi mi acaba aklına? Ne güzel kitap bu, hemen twit atayım yurdum insanı da görsün -kimse görmezse kankam görür.

Peugeot 504’e “Yahudi Mersedesi” denirmiş yetmişli yıllarda. Antisemitizmden değil Yahudi vatandaşlarımızın tercih etmesindenmiş. İsrail’deki yüksek satış rakamının da etkisi olabilirmiş ayrıca. Arvas’ın dediği gibi Yahudiler Alman arabalarına, bilhassa Mercedes’e düşmanlıklarında yerden göğe haklılar. Ben de hiç hoşlanmam Mercedes’ten, estetik de değil hiç.

Bu kitap her şeyiyle estetik. Arvas’ın dili zarif, yetkin ve kunt. “Doğan Görünümlü Şahin”i ya da “Jaguar”ı; “Oto Hırsızı Engin”i veya “Oto-erotizm”i, “Susurluk Kamyonu”nu… öğrenirken her birinin ayrı tadına varabilirim.

Emin olduğum şeyler var: bir, Cassis’e mutlaka bir daha gideceğim. İki, kankam bu kitabı çok sevecek. Üç, ben Tolga Arvas kadar güzel yazamam!

ali-150x150

Not: Sırada Ali’nin Ailesi var, Oxford’da yapılmış mühim bir doktora tezi, Terasa Bernheimer Londra Üniversitesinde tarih hocası.

Aybike’nin Murdoch’la festivali

‘Deniz Deniz de bir roman, pek öyle libellus da değil hani, 512 sayfa. Çevirene de helal olsun, anlamadığım yer yoktu.’

Alnında kurtlu bir bant, boynunda bohça ilmeği atılmış Türk bayrağı. Sağ elini havaya kaldırmış, üç parmağıyla ayıp işaretlere benzer bir şey yapıyor ve “Türkiye! Türkiye!” diye bağırıyor. Milli Müdafaa’dan metroya yöneldi şimdi. Yanında kendi gibi bir kız daha var ama bu daha sevimli. Arkada kalmışlar. Laf atılabilir.

Adın ne senin bakalım? Baktı, beni abi yahut eski kuşak reislerden biri sandı.

“Aybike”20

Ay ay Bike, bayrağı boynuna bağlamak oluyor mu hiç?

“Nereme bağlasaydım!”

Öfkeli değil nükteli bir tepki bu. Belli ki muzip.

Üstüne gitmem şart oldu.

Bayrak bağlanmaz, dalgalandırılır.

“Dalga geçmemen için daha kaç kitap okumam gerekiyor?”

Türüne bağlı.

“Sadece roman okurum ben.”

Çavdar tarlasında da dolaştın mı?

“Çocuk musun, sekiz sene oldu okuyalı.”

Böyle başladı ahbaplığımız. “Hoca! Hoca! Bu bitti, bir tane daha söyle de okuyalım” diye mesaj atıyor. Ayda bir de okuduğu dört romanın etrafında dört dönüyoruz. Roman yazacak, kesin kararlı. Modern kafeleri sevmiyor, kapitalizmin son açtığı şubelermiş. Kızılay, Selanik tarafı yasak. Kumrular’ın, Olgunlar’ın… tekil çoğul muhtelif sokakların kahvehane-kafe sentezi mekanlarından birinde buluşuyoruz. Garsonları saygılı, patronları babacan, çayları demli mekanlar. Taşradan gelenlerin daha merkezi bir yerde, Güvenpark’ta falan, buluşup hadi şurada bir çay içelim dedikleri yerler.

“Hayatın son yılları haklı olarak tefekkür dönemi olarak düşünülür. Bunu yapmaya daha evvel başlamadığın için pişman olacak mısın!”

Ama bu Charles Arrowby’ın sorusuydu.

“Şimdi de benim sorum, alalım cevabını hoca!”

Bu bir roman konusu.

“Deniz Deniz de bir roman, pek öyle libellus da değil hani, 512 sayfa. Çevirene de helal olsun, anlamadığım yer yoktu.”

O kelimeyi de öğrenmişsin bu arada.

“Evet, libellus, küçük kitap. Büyük kelimeymiş, sevdim.”

Sen çok büyüme ama. Bir gün bir yalnız kişi olarak, kendine karşı korumasız kalmanı istemem. Çünkü adil bir hayat, hayal kırıklıkları ile kuşatılmıştır. Seçtiğin süre kadar yalnız ol, biriyle iyi kötü ve bir öncekinden daha hazırlıklı olacak kadar, fazla uzatma. Yalnızlığı uzatmak korkakça ve bencilcedir.

“Süpersin başganım, önsözden konuşuyorsun.”

John Burnside! Murdoch’ı ve Artowby’ı ne güzel anlatmış ve eleştirmenlere karşı nasıl da sahiplenmiş, değil mi? Onu anlayan okuru olması, yazardan çok bir başka okuru sevindirir. İyinin Egemenliği’nden önce veya sonraydı, Varoluşçular ve Mistikler’i okurken Murdoch’ın azize olduğuna inanmıştım. Neyse ki bundan Vatikan’ın haberi yoktu. Diğer İrlandalılardan da olmamıştı zaten. Gerçi sadece Dublin doğumlu, hayatı İngiltere’de geçti ama olsun…

“Aşık mısın?”

Evet. Ama hangisine emin değilim; Iris Murdoch’a mı, onu canlandıran Judi Dench’e mi? Aynı gibiler, adlarının farklılığı yanıltıyor.

“Yanılgı yaşlarındasın, ondandır. Babam da aynı şeyi söylüyor annem için; ne bileydim böyle olduğunu senin, bilsem Ayşe’yi alırdım diyor. Aslında ikisini de istiyor.”

Sevdin mi Deniz Deniz’i?

“Evet. Sonumuz iyi değil. Onun için ben az ve daha kısa romanlar yazacağım. 144 sayfa olacak. Okuduğum en iyi romanlar, benim yazabileceğim kadar olanlar. Yazıp kapanacağım, röportaj falan yok. Elimde poşetlerle AVM’den çıkarken yakalanmış bir iki fotoğraf belki. İki taraf için görünmezliğin cazibesi ve sorunları ne imiş, ben de yaşamak istiyorum. Neden bu kadar geç çevrildi bu roman, ben on yaşındayken yazmış?”

Onu başganlarına sor. Ben on yaşındayken yazılan ama hâlâ çevrilmeyen o kadar çok ve iyi roman var ki! Biz normal değiliz, ben yalnız bunu biliyorum. Bırak şimdi romanı da Üsküdar’da sahaf festivali var sen ona bak.

Çoklu düşünce

Ömer Faruk “Çoklu düşünür Ulus Baker’e” ithaf ettiği Dışarıdan Düşünmek diye bir kitap hazırlamış. İlk yazı onun: “İktidara Âşık Olmayın!”

coklu2

Bir kadın arkadaşım anlatmıştı -işaret zamiri olarak bir, sayı değil, yoksa iki demeyi tercih ederdim. Utanmadan. Çok korkuyorum utananlardan. Ne güzel kelime mahcubiyet!

Tam dalıp giderken bir yerinden yakalamıştım. Bütün kadınların aklı karışıkmış. Schumacher da zaten o kitabı erkekler için yazmış, tez falan yazıyorlarsa yardımı olur diye(ymiş). Türkiye’ye benziyormuş kadınlar. Düzeltti, Türkiye kadınlara benziyormuş. Bir dediğini bir dediğine tutturmak için canları çıkarmış, ikisinin de: Türkiye ve Kadınlar! Erkekler basitmiş. Bunun değerini bilmiyorlarmış. Bilseler ne yapacaklarını bilemezlermiş -yok bu espriydi, güya, ben yaptım.

akli-kar-223x388-172x300Bu kadar karışık bir kafadan nasıl böyle “tutarlı” bir analiz çıkıyor peki, dedim. Tırnaklar görünmedi, parmaklarımı da oynatmadım. Bu da bir başka sorunlarıymış. Yetmiyor gibi bir de erkeklik bulaşmış onlara, ondanmış. Sence kot pantolon kızlara mı yoksa erkeklere mi daha çok yakışıyor diye sordu. Anlamadım. Kafan karışık değil de ondan, dedi. Neden bir şey giymek zorunda olduğumuzu anlamıyorsunuz. Sadece biz gidebiliriz bir süre yere paralel, siz değil! Hayretle baktım yüzüne. Evet, dedi, Barış’ın en iyisi odur, kadınlar için yani. Ama benim için de o! Yere bir süre paralel gitmek istemeyeni adamdan saymam ki. Erkeklere de kadınlık bulaşıyormuş da ondanmış. Barış Bıçakçı’yı da anmadan edemez. O da Hakan’dan öğrenmiştir, kesin. Kadın arkadaşımı ciddiye almadım, erkek arkadaşlarımı da almam zaten. Ben ciddi insanları severim. Sanırım o da öyle.

O değil de, dedim, hep öyle derim, kadınlarla konuşurken iki kat derim; sen Raziye‘yi okumuştun, filmini birlikte seyretmiştik, Yarabıçak‘ı okuduktan sonraydı… Yeter, dedi, sen iyice kadın olmuşsun! Sorry falan yani dedim. Ömer Faruk “Çoklu düşünür Ulus Baker’e” ithaf ettiği Dışarıdan Düşünmek diye bir kitap hazırlamış. İlk yazı onun: “İktidara Âşık Olmayın!” Varlık dergisinde “Göçebe Düşünce” adıyla 2013’te başlayan projenin bugünlere/bu kitaba nasıl geldiğini anlatıyor. Komünist, Faşist, İslamcı vs, günahlar işlemiş de artık işi göçebeliğe vurarak tövbe etme niyetinde olan yeni arkadaşlar olarak pek sevmiştik düşüncenin göçebeliğini, hatırlarsın. Hiç öyle dört yüz çadırlık aşiretten bir imparatorluk kurduğumuz palavralarına da girmemiştim. Geçmiş denilen şey acayip, zor tutuyor insan kendini. Sizler de sonunda allı güllü giyeceğiz diye bayram etmiş kot pantolonlarınızın yanlarından hayali etek uçları kaldırmıştınız.

İşte geldi bayram. Haydi okuyalım şu kitabı.

Not: Yazarken bu sohbet hangi kafedeydi diye hatırlamaya çalıştım, sonra hatırladım ve gidip içerden dışardan fotoğraflarını çektim. Bülten sokağında peş peşe hoş yerler açılıyor.

gorsellllllllll

Sattı diyenden (de) şüphelenin (de) iyice kafayı yiyelim

Duydum ki unutmamış gözlerimin rengini. Sıradan oysa, kahverengi, feri de gitmiş üstelik. Kızıyormuş bana, şimdi de Duvar’a sattı bizi diyormuş.

kitap-242x300“Annem, diye düşünüyor Julián, sanki sağcı şarkılarmış gibi solcu şarkılar söylerdi. (…) Annem solcu şarkıları sağcı şarkılara dönüştüren bir mekanizmaydı.” Alejandro Zambra, Ağaçların Özel Hayatı, çev. Çiğdem Öztürk, Notos Kitap, 2015, 60-1.
Duydum ki unutmamış gözlerimin rengini. Sıradan oysa, kahverengi, feri de gitmiş üstelik. Kızıyormuş bana, şimdi de Duvar’a sattı bizi diyormuş. Ülke sıkıntılı günlerden geçerken ne bulursam satmak zorundaymışım gibi. Sıkıntısı mı biter buranın gel iki eğlenelim, yok. Yok ol!

Daha ne oldu seninle Dost’ta karşılaşalı.

“Ben bu kitabı aldığınızı hatırlıyorum, neden söylemediniz bu kadar güzel olduğunu”, demişti Mehtap -elinde Ağaçların Özel Hayatı vardı. Ağaçkakan’dan çıkan 100 serisinin en az satanı Bülent Somay’ınkiymiş, öğrenince çok şaşırdım deyince Volkan’a, “Şaşırmamak lazım hocam, bizim memlekette herkes cinselliği bilir, ilgi resimli olanlaradır sadece”yi patlatmıştı da gülüşmüştük. Sen değil! Sen kendi kendine konuşursun, gülersin. Onlar muhabbet ederken dur bakalım ben bu karizmamla ne zaman dikkati üzerime toplayabileceğim dersin. Kendi kendine. Gelin güvey. Gelinsiz güvey!

Unut artık gözlerimin rengini, uğraşma kimsenin gözünün rengiyle. Bak Zambra’nın yeni kitabı da çıktı hem: Belgelerim, NotosKitap, 2016. Çevirmeni mi? O nefis özel hayat çevirisini de yapan Çiğdem Öztürk! “Çok İyi Sigara İçerdim” hikâyesini seversin ayrıca -herkes gibiyiz, hayatımız tek hikâyelik.